Duyguların Felsefesi
Duyguların Felsefesi
4.400₺
4.400₺
Bu atölye için satış süreci tamamlanmıştır.
Mutluluk bir arayışın sonunda ulaşacağımız bir yer midir, yoksa sayısız mutlu anın toplamından mı ibarettir? Mutluluk içimizde midir, yani hiçbir şeyin bozamayacağı bir içsel huzur mudur yoksa dış dünyayla ilişkimizde mi? Haz sağlayan şeylerin azamisini aramak ve acı veren şeylerden mümkün mertebe kaçınmak mutluluk için yeterli midir? Mutluluk hem güvenlikten vazgeçme ve riskli alanlara yönelmeyi gerektirir, hem de riskten kaçma ve güvenliğe ulaşmayı. Bu derste, mutluluk kavrayışının, Sokratesçi “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunu dikkate alan önceki çağların talih ve erdemli karakter ölçütlerinden uzaklaştığı ve “Gerçekten ne istiyorum?” sorusuna verilen yanıta indirgendiği modern dönemde yarattığı paradokslar ele alınacaktır. Ahlaki alandan uzaklaşıp bireysel gereksinimlere ağırlık veren, özgürlüğü bir kenara bırakıp mükemmelik ve başarıya odaklanan bu bakış mutluluk getirir mi?
Freud’un teorisinde psikocinsel gelişimin evreleri arasında tanımlanan narsisizm aslında kendi başına bir hastalık olarak tanımlanamaz, zira kendini özel hissetme arzusu normal, hatta gerekli bir insani dürtüdür. Ancak özdeğer duygusu abartılı bir hal aldığında zararlı ve sağlıksız olur. Öte yandan tüketim-gösteri toplumunun sosyal medyanın ortaya çıkışıyla beraber uç noktasına vardığı çağımızda endişeli ve açgözlü narsisistik benliğin hayatın her alanına girmesiyle narsisizm yalnızca bireysel bir hastalık olmaktan çıkıp toplumsal bir salgına dönüştü. Narsisistik kişilik bozukluğunun, yani yüksekten bakan, denetleyici, acımasız, sömürücü, kimi kez asalak, haset bir bireysellik tipinin yaygınlaşması sık sık bireyselliğin önlenemez yükselişiyle, iş hayatında, dinsel ve toplumsal alanda anlam kaybıyla ilişkilendirilmektedir. Ayrıca bu rahatsızlık kendini sevmekten çok insan ilişkileri dünyasından soyutlanmakla ilgili olduğundan ve sığ bir duygusal hayat yarattığından duygusal büyüme ve gelişmenin, kısaca toplumsallığın önündeki başlıca engellerden biridir. Gelgelelim narsisistik kişilik bozukluğu sergileyen kişiler garip bir çelişkiden mustariplerdir: bir yandan çok yüksek bir kendilik kavrayışları varken öte yandan başkaları tarafından sevilmeye ve hayranlık duyulmaya büyük bir ihtiyaç duyarlar. Aşağılık ve güvensizlik hisleri, büyüklenmecilik ve tümgüçlü olma fantezileriyle dönüşümlü olarak yaşanır. Bir yandan da başta sanatçılar olmak üzere yüksek derecede yaratıcılık sergileyen şahsiyetlerin aynı zamanda ileri derecede narsistik bir kişiliğe sahip oldukları bilindik bir olgudur. Öyleyse hayatta kalma dürtüsü ile ciddi patolojik bir hal arasında salınan narsisizmin yaratıcılıkla ilişkisi göz ardı edilemeyecek bir öneme sahiptir.
Bu oturumda, anlam yapılarının yok olduğu, kazanmak, harcamak ve haz almaktan başka bir “değeri” ve sınırı kalmayan modern insanın içsel yaşamının çöktüğü günümüzde narsisizm kültürü ele alınacaktır.
Suçluluk ve utanç duygusunun kökeni doğal veya genetik midir, yoksa tüm duygular öğrenilmiş tepkiler veya davranışladır iddiası uyarınca toplumsal ve kültürel mi? Her halükarda toplumsallık bizim kendimizle kurduğumuz ilişkiyi etkiler, böylece utanç ve suçluk da bireylerin başkalarıyla olan ilişkilerinde kendilerini algılama biçimlerini düzenler. Birey kendisi karşısında âdeta kolektif bilincin bir temsilcisi gibi davranır. Temelde suçluluk ve utanç birbirinden bu yaşantılarda öz-bilinçliliğin oynadığı farklı rollere göre ayırt edilmektedir. Utanç yaşantısında birey, benliğinin kamusal, diğer bir deyişle, başkalarınca gözlemlenebilir yönlerine dikkat etmektedir. Buna karşılık, suçluluk yaşantısında bir dış gözlemcinin bulunması gerekli değildir. Burada birey, benliğinin kendisince bilinen yönlerine, örneğin özel düşüncelerine, duygularına vs odaklanır. Bu oturumda söz konusu tanımlara göre, bu duyguların psikolojik temelinden ziyade toplumun bu duygular özelinde psikolojik olarak kendisini nasıl ürettiği ele alınacaktır.
Bugünkü gibi çok karmaşık, çok zor zamanlarda, aslında her zaman olduğu gibi, umutsuzluğa kapılmak için bir sürü sebep var ve her şeyin mahvolduğunu, bittiğini söylemek kolay. Daha zor olan ise şunu söylemektir: “Ne yapacağız?”, “Ne yapabiliriz?”, “Ne mümkün?”, “Neyi arzu edebiliriz?”, “HER ŞEYE RAĞMEN neyi umut edebiliriz?” “Sonsuz miktarda umut var” bizim için olmasa bile gelecek nesiller için. Bu bakımdan umut büyüyecek tohumlardır, niyetim, muradım, projemdir. Umut gelecekle ilgili bir kehanette, tahminde (divination) bulunmaya değil, bir keramet göstermeye (prophétie), arzulayan bir şey inşa etmeye yarar. Bir arzunun mümkün olabilmesi hem bireysel hem kolektif bakımında bir tarih/hikâye yaratmaya bağlıdır, bunun için de bir hafızaya sahip olmak gerekir, zira hafıza olmadan arzu olmayacağı gibi arzu olmadan da hafıza olamaz. Söz konusu olan hem bireysel hem de politik özgürleşme arzusudur. Kriz, kökünü aldığı Yunanca krinein (yargılamak) fiilinin de belirttiği gibi derin bir değişimle sonuçlanan bir seçimin yapıldığı belirleyici bir an olarak yorumlanabilir. Geleceğin usulca yitiyormuş (Mark Fischer) gibi göründüğü bir dönem tam da umut, iyimserlik ve ütopya ile umutsuzluk, karamsarlık ve distopya arasında bir seçim yapma zamanıdır. Umut İlkesi’nin yazarı Alman düşünür Ernst Bloch’un belirttiği gibi istemsizce hissettiğimiz korkunun aksine, umut bir tercihtir. Öyleyse umut kesinlikle edilgen bir düşünce değil, bilakis etken bir eylem biçimi, kabus senaryolarına karşı bir duruştur, çünkü ütopya gerçekleşemeyecek bir dünyaya dair hayaller değil, “henüz gerçekleşmemiş” olan, her an gerçekleşme potansiyelini taşıyandır. Umutsuzluğun ve yılgınlığın büyük eleştirmeni Antonio Gramsci’nin de hatırlattığı gibi: “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği”…
Yeter ki gözler, gözden kaybolmuş gibi görünen ama var kalma mücadelesine inatla devam eden “ateş böceklerini” aramayı bilsin (Georges Didi- Huberman).
Bu oturumda “her şeye rağmen” ekseni etrafında ütopyanın ve düşcülüğün maneviyatı ile mantıklı isyanı birleştirmiş düşünürler eşliğinde “umut” anlayışının izi takip edilecektir.
4.400₺
4.400₺ – 21.120₺